![]() pexels-vlada-karpovich-4050290 |
---|
![]() pexels-mikael-blomkvist-6476778 |
![]() pexels-matheus-bertelli-3321796 |
![]() pexels-pixabay-159711 |
![]() pexels-pavel-danilyuk-8761336 |
![]() pexels-luis-quintero-2774556 |
![]() pexels-karolina-grabowska-4491461 |
![]() pexels-christina-morillo-1181474 |
![]() pexels-helena-lopes-1015568 |
![]() pexels-antoni-shkraba-6266980 |
![]() pexels-dani-hart-3719037 |
COLLECTION OF 11 BLOGS >>
containing thoughtful 'think-pieces' on relevant topics of the day.
BLOG #04
BLOG #07
BLOG #05
BLOG #08
BLOG #03
BLOG #06
BLOG #09
BLOG #010
BLOG #11
![]() pexels-vlada-karpovich-4050290 |
---|
![]() pexels-dani-hart-3719037 |
![]() pexels-antoni-shkraba-6266980 |
![]() pexels-matheus-bertelli-3321796 |
![]() pexels-pixabay-159711 |
![]() pexels-pavel-danilyuk-8761336 |
![]() pexels-karolina-grabowska-4491461 |
![]() pexels-luis-quintero-2774556 |
![]() pexels-christina-morillo-1181474 |
![]() pexels-helena-lopes-1015568 |
![]() pexels-mikael-blomkvist-6476778 |
BLOG #01 -
‘Native Speakerism’ in canım Türkiyem: TÜRKSE İSTEMEM…
Author: Aydan ERSÖZ. Date: 27/02/2023
Hepinize merhaba. Çok sevdiğim ve saydığım bir meslektaşım olan Tony Gurr’un sayfasına konuk oluyorum bu sefer.
Yazımı Türkçe yazmamın sebebi İngilizce bilmemem değil tabii ki. Çok şükür derdimi anlatacak kadar İngilizcem var. Üstelik derdim (dertlerim desek daha doğru olur) çok ve karmaşık. Belki eğitimlerden sorumlu idareci / yöneticilerden bazıları okur diye ümit ettiğim için Türkçe yazıyorum.
Geçenlerde yurtdışında yaşayan bir arkadaşımla sohbet ediyorduk. Bana “Burada Türklere iş imkanı neredeyse hiç yok. Türk istemiyorlar” dedi. Bir an düşündüm, burada da aynı durum geçerli değil mi diye. Ve sonuçta bu başlık ortaya çıktı.

Gerek hizmet içi eğitimlerde gerekse üniversitelerde iş bulma hususunda “native speaker”lar için pozitif ayrımcılık olduğunu eminim sizler de fark etmişsinizdir. Türk’seniz, İngilizceniz ne kadar iyi olursa olsun, alanınızda ne kadar iyi yetişmiş olursanız olun sizi tercih etmiyorlar. “Native speaker” iseniz neredeyse hiç başka vasfınız olmasına gerek yok. Tabii ki ülkemizde görev yapan bir kısım liyakat sahibi ELT uzmanı “native speaker” var ama her “native speaker” (aslında yabancı olması bile yetiyor) uzman olacak diye bir kural yok. “Türk olmayan herhangi bir kişi Türk olan bir uzmandan daha kaliteli ve iyidir” önermesi ırkçılık değil mi sizce de?
Damian J. Rivers, “native-speakerism” kavramının ELT alanında önyargı ve ayrımcılığın en önemli unsuru olduğunu vurguluyor. “Native speaker” olmayan uzmanlar (ki bu yazıda Türk uzmanlar oluyor) bu adaletsizliğin baş kurbanları haline geliyor.
Chris Holmes’un dediği gibi kurumların eğitimlerde yabancı eğitimci kullanma isteğinin arkasında bazı sebepler var: yabancı bir eğiticiye sahip olmanın “hayali prestiji”, hedef kültürün temsilcisi ile birlikte olma arzusu ve dil hakimiyeti. Bana göre ise bu giderek artan bir yabancı hayranlığından başka bir şey değil. İyi bir eğiticinin vasıfları arasında doğuştan yabancı olmak diye bir madde hiç görmedim. Ülkemizde dilde son derece yeterli alanında çok iyi yetişmiş pek çok eğitici varken sırf Türk diye onları tercih etmemek nasıl bir mantıktır gerçekten kafam almıyor.
Görevlendirmelerde liyakat olmadığı sürece hiçbir eğitim amacına ulaşamaz. Liyakat yani bir işi verilen görevi layığıyla ve başarıyla yapabilecek kişiye verme her görevlendirmenin tek şartı olmalıdır. Bu durum aklıma Mevlana’nın meşhur sözünü getiriyor: “Bir kunduracının elinde kuyumcunun aleti, kuma ekilmiş dane (tohum) gibidir”.
Ehil olmayan kişilerin verdiği eğitimler gereksiz yere kaynak israfına sebep olur ve bilimsel bir nitelik taşımaz. Bu durum eğitim alanları da duygusal olarak olumsuz etkiler. Hizmet içi eğitimlerden yaka silken, kaçmak için sebep arayan öğretmen arkadaşlarımıza bir sorun isterseniz. Eğer eğitimlerde başarılı bir sonuç isteniyorsa, kurum mutlaka işin gerektirdiği bilgi ve beceriye sahip, deneyimli, kurum kültürüne aşina ve saygılı, iyi iletişim becerilerine sahip ehil kişilerle çalışmalıdır. Bu kişilerin milliyeti bir vasıf değildir. Sırf “native speaker” diye eğitici uzman seçilemez; tıpkı sırf “Türk” diye uzman seçilemeyeceği gibi.
Yazımı Mesnevi’den “Bakkal ve Papağan” öyküsünden ilgili kısımla bitirmek istiyorum. Vaktiyle memleketin birinde bir bakkal vardı. Bakkalın sahibi yeşil tüylü, güzel sesli, akıllı, konuşkan, nüktedan bir papağan satın almıştı. Bu papağan gelen müşterilerle sohbet eder, onlarla şakalaşır, iyi vakit geçirmelerini sağlardı. Bir gün bakkalın sahibinin eve gitmesi icap etti. Papağana: -Dükkana göz kulak ol. Koruyup kolla. Dükkan sana emanet, deyip çıkıp gitti. Aksilik bu ya…tam da o sırada kedinin biri bir fare yakalamış halde dükkandan içeriye daldı. Papağan azgın kediyi görünce korkudan ödü koptu. Ne yapacağını bilmez bir halde oradan oraya uçup dururken dükkanı darmaduman etti. Papağan bir köşeye sinmiş tir tir titrerken, dükkanın sahibi çıkageldi. Adam durumu hemen anladı, pişman olmuştu olmasına da ne yazık ki iş işten geçmişti. Bu durumda asıl suçlu bir papağana bakkalda bekçilik görevi veren, onda yeterlilik, ustalık ve uygunluk aramayan dükkan sahibinin bizzat kendisidir.
BLOG #02 -
‘Hocam, Kaç Saatte İngilizce Öğreniriz?"
Author: Tony GURR Date: 27/02/2023
Bugünlerde Türkiye’de, öğrencilerin İngilizce “öğrenmek” ya da “konuşmak” için kaç saate ihtiyaçları olduğu hakkında “tartışmalar” yapılmakta. Aslında, bunu yapmak için yeni kısaltmalar bile icat ettik – sınıf saatleri bugünlerde genellikle “GLHs” (“rehberli öğrenme saatleri” – “guided learning hours”) olarak adlandırılıyor.
Ne de tuhaf bir kelime oyunu – aslında gerçekten söylemek istediğimiz şey “sınıfı hıncahınç doldurmak” ve “kulaklar öğretmende!” demek.
CEFR’in (the Common European Framework of Reference for Languages: Learning, Teaching, Assessment [Dil Referansları için Ortak Avrupa Çerçevesi] – kısaltmaya neden gerek duyulduğunu şimdi anlamışsınızdır) ve A1’den C2’ye altı yeterlilik seviyesinin daha geniş bir şekilde ele alınması da bu tartışmaları pekiştirmektedir.
Aslında herkes bir CEFR “fan”ı değildir – bunun en büyük nedenlerinden biri, ELT pazarlamacılarının flamalarının üstüne bir EU logosu yapıştırmak için kullanıyor olmalarıdır! Ancak, CEFR eskinin “anlamsız etiketleri”nden kurtulmamızı sağlayan yenileyici bir değişimdir – “orta seviye”, “üst-orta seviye” ya da “fakülte-öncesi” (akademik bağlamlarda).
Aslında bakarsanız ben bu terimlerin gerçek anlamlarını hiç öğrenemedim!
Dahası, CEFR özünde “şeffaflık” düzeyini artırmak için tasarlanmıştır – ben daima bunun “fan”ı oldum (Julian gibi)!
Gelelim…fasülyenin faydalarına!
Bir bakıma, bir dil öğrenmek için gerekli saat sayısını kesin bir şekilde hesaplamak imkânsızdır – çünkü bu öğrencinin dil geçmişi, çalışmanın yoğunluğu ve bireysel katılım düzeyleri, öğrencinin yaşı ve motivasyonu (hatta “cünsiyeti” –evet, genellikle kadınlar daha başarılıdır) ve sınıf dışındaki çalışma ve dili kullanma yoğunluğu gibi çeşitli etkenlere dayalıdır – ayrıca “öğretim”in kalitesine (bunu hep unuturuz) ve her bir öğrencinin haftada kaç iTunes indirdiğine!
Pek çok ELT öğretmeni, dil öğreniminde bir “zaman ve hareket çalışması” denemenin vakit kaybı olduğuna inanmaktadır. Sonuçta önemli olan harcanan saatlerin “niceliği” değil, “niteliği”dir, öyle değil mi?
Bununla birlikte kimi uzmanlar (ve yayıncılar) şu tür tavsiyeler üstünde “uzlaşmışlardır”:
A1 – 80-100 GLHs
A2 – 180-200 GLHs
B1 – 350-400 GLHs
B2 – 550-600 GLHs
C1 – 750-800 GLHs
C2 – 1000-1200 GLHs
Ben C2 seviyesi için önerilen GLH’ye dair ciddi şüpheler taşıyorum – birçok daha üst düzey öğrenci bu seviyeye tek başına “sınıf GLH’si sayesinde ulaşmamaktadır (“yetenek” temel bir faktördür, anadili konuşlan ortamlardaki “genişletilmiş kullanım” da). “Doğru ortam” da oldukça önemlidir – eşim 25 yıldır bir ELL ve sanırım ona daha akedemik bir ortamda güçlük çekeceğini söylesem alınmaz – ama ruhani doğa, reconnective tedavi, işkolik eğitimcilere danışmanlık gibi konularda da herkese havlu attırabilir!
Ama bu başka bir yazının konusu…
Türkiye’de üniversite düzeyindeki pek çok “hazırlık merkezi” ya da “hazırlık okulu” için B2 ile C1 Arasındaki ayrım oldukça ilginçtir. Çünkü CEFR açısından, birçok Türk üniversitesi B2 ile C1 arasında bir “hazırlık bitirme düzeyi” belirlemiştir. Bu CERF düzeyleri için IELTS denkliklerine baktığımızda bunu daha net görebiliriz – IELTS’i bilenleriniz için, 5.0 ile 7.0 arasında bir düzey.
Türkiye’deki pek çok “hazırlık merkezi” hâlâ programları ve ilerleme sistemlerini CERF ve TOEFL puanları ya da IELTS aralıklarıyla tanımlamaktadır; hazırlıktan ya da ilk yıldan “mezun olma” terminolojisi budur.
İngiltere’deki liste başı üniversitelerin hepsi IETS’de 7.0 istemektedir ve diğer “saygıdeğer” üniversiteler de lisans programlarına başvuran yabancı öğrencilerden IELTS’de 6.5 istemektedir (her modül için 6.0’ın altı kabul edilmez). Bu üniversiteler kendi “hazırlık programları”na katılım için 5.5’i kabul ederler.
Şayet Avustralya’da yaşamak istiyorsanız, IELTS puanınızın 7.0 olması şarttır – unutmayın!
Boğaziçi IELTS’den 7.0 isterken, Bilkent, Koç, Özyeğin ve Sabancı 6.5’i kabul etmektedir örneğin. ODTÜ ve Bahçeşehir 6.0 ister ama Bahçeşehir’in MYO programları için yalnızca 5.0 yeterlidir (lisans düzeyinde Amerikan Edebiyatı ve Kültürü okumak isteyen öğrencilerdense 7.5 istenmektedir).
Adını vermeyeceğim kaynaklar bana birçok başka hazırlık merkezinde de kağıt üzerinde benzer puanların istendiğini ama pratikte 5.0 ya da 5.5’lik düzeylerde işlem yapıldığını söylediler. Bu arada, bugünlerde İngiliz mahkemelerince verildiği söylenen o kesin mahkeme emri (“super injunction”) birisi için başvurdum ve bunun benden ricacı olan bir “konuk blogcu” tarafından yazıldığında ısrar edeceğim!
Yalnızca bilesiniz diye…
Adını vermeyeceğim kaynaklar bana birçok başka hazırlık merkezinde de kağıt üzerinde benzer puanların istendiğini ama pratikte 5.0 ya da 5.5’lik düzeylerde işlem yapıldığını söylediler. Bu arada, bugünlerde İngiliz mahkemelerince verildiği söylenen o kesin mahkeme emri (“super injunction”) birisi için başvurdum ve bunun benden ricacı olan bir “konuk blogcu” tarafından yazıldığında ısrar edeceğim!
Yalnızca bilesiniz diye…
CEFR B2/C1 ayrımı (IELTS’deki 5.0 – 7.0 farkı gibi) akademik çalışmalar için en önemli “dönüm noktasıdır” (ve pek çok öğrencinin dilsel “fosilleşme”de duvara çarpıkları yerdir). CEFR’ın B2 ve C1 seviyeleri arasındaki fark çok belirgindir çünkü akademik bağlamda çok daha karmaşık öğrenme ve materyalle başa çıkabilme becerisine sahip olunup olunmadığını yansıtmaktadır!
B2 ile C1 arasındaki “boşluk” aynı zamanda birçok öğretmenin öğrencilerin “İngilizce konuşamadıkları”nı söylemlerinin de nedenidir (B2’nin iletişimsel ve eylemsel becerileri hâlâ “sınırlı”dır – daha karmaşık metinleri anlama becerisi de sınırlıdır). Üniversitenin ilk yıl programlarında ders veren öğretmenler öğrencilerinin ne üretebildiğini “Birinci Gün” duyarlar ve hazırlık “mezunları”nı hemen eleştirirler – dil öğrenmeyi bir tarafa bırakın, “konuşmanın” bile karmaşıklığını gerçekten anlamadan.
Konuşma, yıllardır olduğu gibi, en “görünür” beceridir ve birçokları için dil öğrenmenin en “gerçek” ölçütüdür – ne var ki, aynı zamanda pek çok hazırlık merkezinin de en az üstünde durduğu alandır – pek çok öğrencinin (ve öğretmenin de) konuşmanın dil öğrenmesinin bir parçası olduğunu düşünmeleri üzücü bir gerçektir ama,aslında konuşma dil öğrenmenin en iyi “araçlarından” biridir.
Birçok hazırlık takımı bu “güçlüğü” görmeye başlamış ya da bununla başa çıkmaya “zorlanmıştır” çünkü 2005-06’da Anadolu Liseleri’nin aldığı kararının etkilerini hissetmeye başlamışlardır (hatta bazı “başlıca okullarımızın”).
Bu tür “rakamların” öneminin fark edilmesi pek çok hazırlık merkezini haftalık sınıf saatlerini şişirmeye, 3. “yaz okulu sömestr”i açmaya (ya da 5. yaz okulu modülü) hatta daha çok öğrencinin ilk yıla başlamasını sağlamak için standartları düşürmeye itmiştir (İngilizce akademik programlarda gerekli seviyeyi gerçekten ölçmeksizin) …
Kendimize, bu şekilde davranarak bu öğrencilere gerçekten de iyilik mi yaptığımızı yoksa onları “başarısızlığa” mı ittiğimizi sormalıyız (ya da en azından daha düşük seviye öğrenmeye).
Pek çok işveren bunu yıllardır yaptığımızı söylüyor. . . ve bu konuda da fikirlerini açıkça ortaya koyuyor!
Ben öyle düşünüyorum ki (ama bu benim kişisel görüşümdür ve yalnızca “tecrübelerimle” desteklenmektedir) 900-1000 GLHs, B2+ düzeyi için gerekli olan gerçekçi orandır (yani hazırlık için 40-haftalık “öğrenme yılı”nda haftada 25-saat). Ama yine de “kaliteli öğretim” konusu önemlidir…
Aslında bu daha gerçekçi tahmin de tamamıyla başlangıç düzeyinde olan öğrencilerin neden tek bir hazırlık yılında bu denli yoğun programları olduğunu göstermektedir (özellikle de devlet üniversitelerinde).
AMA…daha fazla eğitim ve değerlendirme kültürüne sahip dil eğitmenleri (yani öğrenme, öğretme ve değerlendirmeyle ilgili gerçekten yeterli bilgi sahibi olanlar) Öğretmenin Örenmeyle aynı anlama gelmediğini de bilirler.
Aynı zamanda hazırlık sınıfının yalnızca dil öğrenmeden ibaret olmadığını da bilirler – öğrencilerin “etkili dil öğrenimi”ni gerçekleştirebilmeleri için kişisel gelişim, çalışma, öz değerlendirme ve “kişisel güvenilirlik ve disiplin”a de önem vermeleri gerekmektedir (GLH’nin yanı sıra).
Özellikle de dil öğrenmenin arkasında yatan “neden” İngilizce lisans öğretimini takip etmekse.
Sorun şudur ki, aylar boyunca haftada 25 saat hazırlık sınıfında sıkışıp kalmak, çok fazladır (öğretmenler bu konuda hemfikirdir) – üzgünüm demek, dil öğrenimini yürütmenin etkili bir yolu değildir.
GLH’nin büyük bir bölümü (öğretmenlerce beceri geliştirme alanlarında hazırlanmış uzman eğitim, öğrenciler tarafından yapılan anlamlı yansıma ve öz değerlendirme, öğretmenlerin zamanında ve odaklanmış geri bildirimleri yerine) “dilbilgisi kuralları ve transformasyon alıştırmaları”na ayrılmışsa ya da bu dersler öğretmenler tarafından öğrencilerin ağzına tıkıştırılan alıştırma kağıtlarından meydana geliyorsa, durum özellikle böyledir
Baksanıza “bölüm ya da sınıf” konusuna değinemedik bile – sizce 25+ kişilik sınıflarda gerçekten de etkili bir dil öğrenmesi yaratabilir miyiz?
Eğer tersi geçerli olsaydı, hazırlık sınıfları ya da okullarına zaten hiç ihtiyaç olmazdı!
Sonuç olarak, eğer “çözümlerimiz” “öğretim”, GLHs ve 19. yüzyılın “öğrenmenin doğası”na dair varsayımlarıyla şekillenirse, istediğimiz ya da öğrencilerimizin gerçekten ihtiyacı olan sonuçlara asla ulaşamayız.
Eğer Türkiye’de dil öğrenimini bu şekilde “tamir etmeyi” planlıyorsak, öğrencilerimizin hiçbir şansı yok demektir!
Zaman yalnızca kafamızı kutudan dışarı uzatma zamanı değildir – pek çok kurumun kutularını parçalamalı ve yeniden başlamalıyız!