Soruların Gücü (Part Bir)
“Eğer bir problemi çözmek için bir saatim olsaydı ve hayatım da bu çözüme bağlı olsaydı, ilk 55 dakikamı sorulacak doğru soruları belirlemeye harcardım, çünkü doğru soruları bilirsem, problemi beş dakikadan kısa bir sürede çözebilirim.” Albert Einstein8 Kaçımız son zamanlarda temel olarak sorulardan oluşmuş bir kitap okuduk? Bu postun ilk aşamalarında bir meslektaşıma sorduğum soruydu bu. Yanıtı şöyle oldu:
Neden öyle bir kitap okuyayım ki? Ben cevap almak için okurum – daha fazla soruyla karşı karşıya kalmak için değil! Bu tür cevaplarla tahmin edebileceğinizden daha sık karşılaşırız ve ne yazık ki, bunun nedeni çevremizdeki dünyanın politikacılar, mühendisler ve bankerlerin bize bir “hediye”si olmasıdır. 8 Dünyamız “cevap eksenli”dir. Aynı zamanda “hızlı tamir” ya da “sihirli değnek” nosyonlarına da bağımlıdır – ve “alıntı, çalıntı ve –miş gibi yapmak” kültürünü besleyen, bu dünyada “nasıl iş yaptığımızı” belirleyen de bu anlayıştır. Bireysel, grup ve örgütsel düzeyde “sorgulayan bir anlayış” ve sorgulayıcı süreçler benimsemenin gücünü açıkça gösteren diziyle teori ve araştırma olmasına rağmen “güçlükler” karşısındaki ilk tepkimiz cevaplar, en iyi örnekler ve çözümler aramaktır. Gerçekten de, soru sorduğumuzda, bu daha çok bilgi, daha çok çözüm ve daha çok “en iyi örnek” elde etme hedeflidir. Düşünme ve öğrenme sürecini yönlendirenin sorular olduğunu ve bu öğrenmenin de bizi farklı şekilde “iş yapma” ya da “bir sonraki en iyi örnek olma”ya götüreceğini fark etmeden, bize Pandora’nın Kutusu’nu açmamamız ve zorlayıcı tartışmalar ya da tecrübelerden uzak durmamız öğretilir. Boshyk bunu daha da ileri götürerek, genellikle insanlara “soru sormamak için para verildiği”ni söyler. Bu da, Goldberg’in de belirtmiş olduğu gibi, “umutsuzca bilmeye bağlı ve bilmeme durumuna hatta bilmiyor görünme durumuna dair büyük bir endişe taşıyan, koşullanmış cevap avı”ndan kaynaklanmaktadır. Çoğumuz kolaylıkla menfaate teslim oluruz, yoğun iş programımızı suçlarız ve soru sormanın yalnızca bir cevap arama çabası değil, aynı zamanda yaratmak, yenilikler getirmek ve yeni olasılıklar keşfetmek için bir fırsat olduğunu unuturuz. Gerçekten de, sorgulayıcı sezgimizi ya da zihniyetimizi güçlendirmenin hayat boyu öğrenmenin tanımlayıcı özelliği olduğunu unutmuş görünüyoruz. 8 Ne var ki, eğitimde öğrenmeyi yönlendirenin cevaplar değil, sorular olduğunu uzun zamandır biliyoruz. Cevaplar, sıklıkla, öğrenmenin “sonu”nu haber verir. Diğer taraftan, bir soru aşılması gereken bir güçlüktür, hayal gücünü harekete geçirir ve bilgi yaratımının başlangıç noktasıdır. Bilim, sanat ve sosyal bilimlerin o büyük akılları keşiflerini sorgulamasalardı bugün nerede olurduk – üstelik de “Neden” ya da “Nasıl emin olabilirim?” kadar basit bir sorunun yardımıyla. Öğretmenler ve eğitimciler olarak, “en iyi öğrencilerimiz”in cevaplara odaklandıklarını biliriz. Ne var ki, bu öğrencilerin çoğu pek fazla soru sormaz –“bu sınavda olacak mı?” sorusu dışında. Derslerde aktarılan içeriği dinlerler ve notlar alırlar. Ders kitaplarına tıkıştırılmış açıklayıcı deyimlere odaklanırlar –ve değerlendirme sistemlerimiz de onları işlerin böyle yürüdüğüne inandırır. Bu “iyi öğrenciler” okulda ve üniversitede başarılı olurlar çünkü hatırlama, mantık kurma, alıntı yapma ve regurjitasyon işlerinde iyidirler. Ne var ki, “en iyi öğrencilerimiz” biz eğitimcilerin nasıl başa çıkacağını bilmediği kadar çok soru soranlardır. Onlar öğrenmede cevapların sorulardan bağımsız olarak öğrenilemeyeceğinin farkındadırlar. Bu tür öğrenciler tarafından yöneltilen soruların çoğu “inançlar”, “varsayımlar” ve “bakış açıları”nı hedef alır. Diğer sorular da “hedef”, “geçerlilik”, “kesinlik”, “tutarlılık” ve “mantık”a dikkati çeker. Bu öğrencilerin en iyileri çalıştıkları bilgi kaynaklarını ve bilginin güvenilirliğini sorgular. 8 Merak, risk-alma, araştırma, yansıma, işbirliği ve etik gibi özellikleri sergileyen ve öğretmenler için de mesleklerini keyifli kılanlar, işte bu öğrencilerdir. Eğitimlerini bir sertifika ya da diplomanın ötesinde görürler – bu, daha anlamlı ve çok boyutlu esneklik, beceriklilik, karşılıklılık becerilerinin gelişmesi için zemin sağlayan bir eğitimdir. “En iyi öğrenciler” ve “en iyi öğrenenler” arasındaki bu ayrım eğitimciler için temel bir güçlük teşkil eder -21. yüzyılın “öğrenciler” mi yoksa “öğrenenler” için mi daha uygun olduğuna karar vermek. İşte bu önemli bir sorudur! 8 Ancak, belki de bu soruyu daha sonra irdelemeliyiz. Eğitimde nasıl “iş yaptığımız”ı tartıştık ve iş dünyasındaki yaygın inanışları tartışmak da faydalı olacaktır –çoğu eğitmenin hâlâ gönülsüz olduğu bir şey. 1981-2001 yılları arasında General Electric’in Başkanı ve CEO’su olan Jack Welsh, hepimizin gerçekle olduğu gibi - eskiden olduğu ya da olmasını umduğumuz gibi değil - yüzleşmek zorunda olduğumuzu sık sık tekrar etmiştir. Eğitimcileri daha temel ve kritik bir soruya yöneltmesi gereken de bu hatırlatmadır. Bu soru, öğrencileri, öğrenenleri okullarımız ve eğitim sistemlerimizin “ürettiği” gerçeğiyle ilişkilidir –sonunda bu soruyu yanıtlayabildiğimizde ve birçok okulla yükseköğretim kurumunun karşı karşıya olduğu “gerçeklikle yüzleşebildiğimizde”, bu konuda yapacağımız şeylerle ilgilidir. 8